HUKUK: EGEMENİN BAHÇESİNDE BİR OYUN (!)
Kansu Yıldırım & Önder Kulak*
Ethem’i
şimdiden yaklaşık bir yıl önce kaybettik. Devletle doğrudan karşılaştı Ethem;
onun dolaysız ve çıplak yüzü olan “zor” aracılığıyla bu deneyimi tarifsiz bir
sonuçla yaşadı. Abisi Mustafa ise “rıza”nın uzamında karşılaşıyor söz konusu
yapıyla. Mustafa ile bu iki karşılaşma biçimi üzerine konuştuk…
Ethem’in mahkemesine dair son gelişmeleri aktarabilir misiniz kısaca?
Mustafa
Sarısülük: Son yaşananları özetlemek gerekirse, en son üçüncü mahkeme
oldu, ama aslında teknik olarak bir ve ikinci mahkeme görülemedi; mahkeme
salonundan, mahkeme heyetinin tutumundan ve oradaki polis teröründen kaynaklı görülemedi
ve böylece görülemeden sönümlenen iki mahkeme geçirdik. Üçüncü mahkeme de
aslında tam anlamıyla görülemedi; hemen öğle arasında heyet çekilme kararı
aldı. Avukatların sağlam kanıtlar eşliğinde, bu mahkemenin tarafsız olmadığını,
tamamen siyasal iktidarın güdümünde olduğunu ve bağımsız bir anlayışla hareket
edemeyeceğini söylemelerinin ardından, mahkeme heyeti davadan çekilme kararı
aldı. Aslında bu bilindik, yabancı olmadığımız bir yöntemdi. Geçmişte de bu
gibi politik ve toplumsal davalarda yaşanmış bir şeydi. Fakat gerek mahkeme
salonundaki görüntüler, gerek davaya bakan heyetin, iddia makamı ve savcının
uyuması toplumda derin bir kaygıya neden oldu. Büyük bir tepki aldılar ve
yıpranmış ve tarafsız olmadıklarını gösterdiler. Ve dosya 7. Ağır Ceza
Mahkemesi Heyeti’ne gönderildi. 7. Ağır Ceza Mahkemesi mevcut durumu, 6. Ağır
Ceza Mahkemesi Heyeti’nin gerekçelerini ele aldı ve dilekçesinin gereksiz
olduğunu belirterek, mahkemenin kesin hükmüyle tekrar iade etti. Bu şu anlama
geliyordu: Mahkeme davaya bakmaya tekrar devam edecek ve usulde de bunun
dışında başka bir yol yoktur. Fakat her nedense Ethem’in duruşmalarına
baktığımızda daima olağanüstü hukuksuzluklar söz konusuydu. Hatta Türkiye
tarihinde ilklere de tanık olduk. Hepimiz oldukça şaşırdık, çünkü bu kadar
olabileceğini düşünmüyorduk. Mesela en büyük hukuksuzluklardan birisi de şuydu:
Usullerde olmamasına rağmen 6. Ağır Ceza Mahkemesi, 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin
almış olduğu kararı tanımayarak dosyayı Adalet Bakanlığı’na gönderdi. 14
sayfalık gerekçeli bir metin hazırlayarak, çeşitli gerekçeler göstererek bir
yazı kaleme aldı ve Adalet Bakanlığı’na gönderdi. Böyle bir şey bütünüyle
hukuksuz, tamamen adaletsiz. Mahkeme dosyaya bakmayı reddetti ve dosya elli
güne yakındır Adalet Bakanlığında bekletilmekte. Adalet Bakanlığı da bu noktada,
6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği dilekçenin kendisinde olmadığını, böyle bir
başvurunun yapılmadığını söyledi ve avukatların son başvurusunda, Ethem’in dava
dosyasının nerede olduğunu bilmediklerini belirtti. 6. Ağır Ceza Mahkemesi
Heyeti’nin söylediğine göreyse, dosyayı kamu yararına bozulması için Adalet
Bakanlığı’na göndermişler. Dediğim gibi, usullerde, hatta Türkiye tarihinde
böyle bir şey yok. Ancak ve ancak kesinleşmiş hükmü olan davalar
gönderilebiliyor Adalet Bakanlığına. Oysaki Ethem’in davası daha başlamadı
bile; teknik olarak belki başladı, ama henüz esasa dair bir şey yapılmadı.
Adalet Bakanlığı, zannedersem, adaletin olmadığı o koridorlarda dosyayı hasıraltı
etmeye çalışıyor. Bununla ilgili çalışmalarımız şu an devam ediyor.
Sizin de söylediğiniz gibi mahkeme sırasında uyuyan savcı ve hâkimlerin durumu
epey tepki topladı. Bu durum Türkiye’deki mahkemelerin halka yönelik
tutumlarına dair bir gösterge olarak yorumlanabilir mi?
Mustafa
Sarısülük: Evet, ancak sizin söylediğinizi biraz yüzeysel
buluyorum. Biraz daha derinleşmek gerekir. Mahkeme salonlarına gitmesek de, en
azından televizyon ekranlarında sıkça karşılaşırız. “Adalet mülkün temelidir”
diye bir ifade vardır. Devlet ve siyasal iktidarlar oradaki yazıyı esas alan
bir temelde hukuka yaklaşırlar. Bu, mülkiyeti esas alan, yani işin özünde
insanın ve toplumun olmadığı, tamamen mülkiyet ve mülkiyetin yaratmış olduğu
bir olgu olarak egemenin (ve yani “mülkün” işaret ettiği gibi devletin), yasaları uygulama biçimidir.
Başka bir ifadeyle, bunlar gücü elinde bulunduranların yasal mahkemeleridir.
Kendi doğallığında
uyumaları, hatta sadece uyumaları değil duyarsız kalmaları söz konusu. Özellikle
iddia makamı; öyle ki evrensel hukuk açısından iddia makamı hukukun en önemli
ayaklarından birisi. O kadar pervasız bir durum ki, hiçbirisi Ethem’in dava
dosyasını incelememiş. Soruşturmayı hazırlayan soruşturma savcısının dosyaya
koymuş olduğu delillerin hiç birisi incelenmemiş; ki özellikle deliller,
evrensel hukukta en önemli noktadır. Bunu nereden anlıyoruz? Birinci mahkemede
iddia makamının uyuması, hatta onu da boşverin, uyumadan önce de tamamen başka
uğraşlar, başka meşguliyetler içinde olmaları. Mahkeme heyetinin iddia makamına
yönelik şöyle bir ifadesi olmuştu: “Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Savcı şaşırarak, iddianame mi okunuyor diye saçma sapan bir refleks gösterdi;
ve bütün salon yuhladı ve güldü. Bu kendi doğallığında ne kadar
önemsediklerinin bir fotoğrafıydı aslında. Yine kendi doğallığında uyumaları
da, halka karşı, topluma karşı uyumalarıdır.
Zaten
baskın olan egemenlerin hukukudur. Onların yaşamlarına göre, onların
egemenliklerinin tahsisine yönelik bir hukuk anlayışı vardır. Bunu geçmişten
beri devam eden toplumsal davalara baktığımızda çok net, çok açık bir şekilde
görebiliyoruz. En basit, en çarpıcı örnek: Roboski.
Yani kendi doğallığında Ethem’in mahkemesinde iddia makamının, savcının ve
diğer heyet üyelerinin uyuması çok da manidar aslında.
Peki bunu şöyle de yorumlayabilir miyiz: Mahkeme heyetinin bu tavrı, aynı
zamanda davayı itibarsızlaştırmak için hususiyetle yapılmış bir şey olabilir
mi?
Mustafa
Sarısülük: Tabii son derece bilinçli yapılan bir şey. Hatta
bireysel anlamda, Ethem’in davasının soruşturması esnasında yaşamış olduğum
deneyimleri aktarabilirim. Soruşturma boyunca sık sık adliyeye gittik, sık sık
soruşturmayı yürüten savcıyla görüştük. Adliyede, savcının odasına her
çıktığımızda şununla karşılaştık. Adliye Sarayı’nda çalışan memurlar, Ethem’in
milyonlarca insanın gözü önünde vurulmasını, vicdan muhakemesi yaparak, gelip
bize el altından, korkarak bilgiler verdiler. Mesela basit bir örnek: daha
Ethem’in soruşturmasının başında, özellikle, birçok bürokratın aradığını,
İçişleri Bakanı’nın aradığını, Adalet Bakanı’nın aradığını öğrendik. Hiç
tanımadığımız insanlar, bize böyle bilgiler veriyorlardı. Zannedersem basından
kaynaklı bizi tanıyarak gelip, başsağlığı dileyip, aynı zamanda “böyle böyle,
bilginiz olsun” diyen insanlar oldu. Dediğiniz gibi mahkemenin kayıtsızlığı
aslında tam da sizin ifade ettiğiniz zeminde duruyor. Ama ben bunu şu şekilde
yorumluyorum. Bizler için, yani bizim gibi milyonlarca yoksul için, devletin
yaratmış olduğu o otoriter, faşizan yönetim dolayısıyla, en basit devlet
memurunda bile korkunun psikolojik yansıması var. Devlet otoritesinden asla
taviz vermez, böyle bir faşizan uygulaması vardır. Halkı pençesi altına almak,
onu baskı altında tutmak için her türlü aracı ve materyali kullanır. Bunun
içinde hukuk da var.
Ben meseleyi şu şekilde
yorumluyorum. Birçok toplumsal davayı takip ettim, geçmişte de gördüm, kendim
de katıldım, fakat ilk defa birinci mahkemedeki gibi olağanüstü bir polis
ablukası gördüm. O kadar abartmışlardı ki. Bu aslında korkularının ve bir de
küstahlıklarının yansımasıydı. Korkularının nedeni Gezi’nin yaratmış olduğu
toplumsal tramvaydı, küstahlıkları ise soruşturma boyunca devam eden
hukuksuzluktu. Öyle ki o kocaman Adalet Sarayı’nın içinde her taraf polisti;
dışarıdan bahsetmiyorum bile, her tarafı çevik kuvvetlerle doldurmuşlardı. O da
yetmezmiş gibi 100-150 tane genç çevik kuvvet polisini sivil giydirip, oraya
takım elbiseli şekilde oturtmuşlardı. Mahkeme heyetinin, “haberimiz yoktu”
diyerek küstahça yaklaşımını da bir tarafa bırakalım. Bu tamamen bilinçli
yapılan bir şey. Bilinçli olduğunu, örneğin, içerideki memurların bunları bize
söylediklerinden anlıyoruz.
Biz oraya, ilk
mahkemeye gittiğimizde o bilindik inkârcı, imhacı, katliamcı devlet zihniyetini
gördük. Bu çok açıktı, salondan içeriye girdiğim an gördüm. O polisleri oraya
oturtan zihniyet aslında bize şunu söylüyordu, şu mesajı veriyordu: “Siz benim
vermiş olduğum emirleri kayıtsız şartsız yerine getireceksiniz! Halkı
vurursunuz, katledersiniz, döversiniz, işkence yaparsınız, zulmedersiniz
korkmayın, çünkü arkanızda ben varım! Sizler benim silahşörlerimsiniz, onun
için içiniz rahat olsun, çünkü burası da benim mahkemem ve burada da polislerin
nasıl aklandıklarını göreceksiniz.” Polislerin hepsi özellikle seçilmiş iri
yarı ve genç çevik kuvvet polisleriydi. Zaten kendileri de söylediler. Sonra
arbede çıktı. Buradaki zihniyeti anlıyoruz, yani ukalâlıkları ve kendilerine
güvenleri de aslında devletin geçmişten beri gelen faşizan yönetiminin bir
yansımasıdır ve hâlâ bu şekilde devam ediyor.
Başından itibaren
tırnak içindeki savcıya ilk dilekçe verdiğimizde şunu söyledik: “Ekstrem bir
durum olmadığı sürece bizim sizden asla adalet beklentimiz yok.”
Burada bir şey sorabilir miyiz, tam da bununla ilgili? Siz adalet
beklemediğinizi söylediniz ama mesela davaya müdahil oldunuz. Burada olanları teşhir
etme amacı, bir irade ortaya koyma amacı mı var?
Mustafa
Sarısülük: Tabii. Biz adaleti onların bizlere yansıttığı ya da
onların ifade ettiği şekilde anlamıyoruz, ya da o şekilde bakmıyoruz. Ethem
daha henüz hastanedeyken, 3 Haziran Pazartesi günü savcılığa gittiğimizde,
şöyle bir tabloyla karşılaştık, çok ilginçti. Cumhuriyet başsavcısı, başsavcı vekili
ve beş tane Savcı, Ethem henüz hastanede, şikayetçi olmamışız, henüz bir şey
yapılmamış, ama 3 Haziran sabahı erkenden bir araya toplanmışlar, ne yapacaklar
onu konuşuyorlar. Biz avukatımızla kapıdan içeri paldır küldür girdiğimizde
hepsinin gözündeki o endişeyi, o kaygıyı gördük zaten. Hatta bende ilk
girdiğimde şu bilinç oluştu: “Bunlar, nasıl yapabiliriz de bu davayı, ya da
görülecek bu soruşturmayı engelleriz, ona göre bir tezgâhı nasıl kurarız”ın
toplantısını yapıyorlar. Çünkü bu beş savcı, başsavcı vekili ve başsavcının
olduğu bir toplantı buna işarettir ve bunlar ancak olağanüstü şeylerde bir
araya gelirler ve hakikaten de öyle oldu. En basitinden, savcı yazmasına rağmen
ancak 16 gün sonra Emniyet, o da sadece kimlik ismini verebildi. Hâlbuki aynı
gün, aynı saatlerde olağan kendi hukuklarında, anayasalarında ya da ceza
kanunlarında yazan maddelere baktığımızda, suç işlendiği anda kolluk
kuvvetlerinin derhal müdahale ederek kişiyi tutuklaması, gözetim altına alması
ve adli makamlara ulaştırması gerekirken, orada da ekstra bir suç var. Onun
için doğallığında biz de şunu talep ettik: “Bizim
sizden herhangi bir adalet beklentimiz yok, fakat sadece bir isteğimiz var. Bu
da sadece sizin kendi hukukunuzu işletmeniz, ekstra herhangi bir şey
istemiyoruz.” Ama o bilindik yöntemlerle, devletin o “babacan” tavrını
orada da göstererek, “sizin içiniz rahat olsun, biz gerekeni yapacağız, faili
meçhul kalmayacak, her şey net, bizler açısından da net” diyen tırnak içinde
başsavcı vekili, dediğimiz gibi 16 gün sonra sadece ve sadece polis memurunun
ismini alabildi, düşünebiliyor musunuz?
Hani bir klişe vardır, “hukuk bağımsızdır” diye. Siz buna süreç içerisinde açıkça
tanık oldunuz, değil mi?
Mustafa
Sarısülük: Burada hukukun aslında burjuva bir kavram olduğunu
düşünüyorum. “Hukuk bağımsızdır” ifadesi, tamamen geniş kitleleri manipüle
etmeye yönelik. Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve sınıflı toplumlardaki hukuk,
aslında bir sınıfa hitap eder ve bugünkü de egemenlerin hukukudur. Bundan
kaynaklı da hukukun bağımsızlığına dair bir tanım asla doğru değil. Bu tamamen
kitleleri manipüle etmek için kullanılan bir tabir ki ülkemizde “hukukun
bağımsızlığı” ifadesinin en ufak esamesi bile okunmuyor zaten; demokratik bir
burjuva hukuku bile uygulanmıyor. Bu son süreçteki toplumsal gelişmelere
baktığımızda, siyasal iktidarın kendi içindeki çelişkilerine baktığımızda,
örneğin yolsuzluk operasyonlarına baktığımızda görülüyor. Kamuoyu anketlerine
baktığımızda sıradan insanların bile, entelektüel bilgiye sahip olmayan
insanların bile adalete inancı sıfır. Devletin kurumlarına inanç sıfır.
Türkiye’de hukuka ilişkin bir çerçeve çizdik, peki adalet ne anlama gelmektedir
sizce Türkiye’de? Hatta şöyle diyebilir
miyiz? Bir yanda halkın adaleti vardır bir yanda da ayakkabı kutularına sahip
olanların adaleti vardır.
Mustafa
Sarısülük: Tabii. Aslında tam tasvirini yaptığınız şey. Bir
tarafta egemenlerin adalet anlayışı ki bu da eşittir kendi egemenliklerini tahsis
edebilmenin araçlarıdır, yol yöntemleridir; ama bir diğer tarafta ise halkın
adalet anlayışıdır, geniş kitlelerin adalet anlayışıdır. Geniş kitlelerin
bugünkü adalet anlayışını oluşturan en temel noktalardan birisi ise, bana göre,
özellikle Gezi ve Haziran Ayaklanması’ndan sonra toplumsal vicdan oldu. Mesela tam
şu an ismini hatırlayamıyorum, tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk edilen
Ahmet Şahbaz’ı serbest bıraktığı için mersiyeler düzen bir bürokrat vardı, hâkimi
ellerinden öpüyorum diye. O hâkim de şunu söyledi, milyonlarca insan da gelse
vicdanımı kullandım. Hâlbuki vicdan o değildi, bu tamamen egemen siyasetin,
egemen ideolojinin, egemen sınıfların tırnak içinde kendi vicdanlarıydı. Ama
esas vicdan dediğimiz şey, toplumsal adalet dediğimiz şey şu oluyor: Bugün bu
çocukları hiç tanımamalarına rağmen, hiç bilmemelerine rağmen, belki de onlara
eskiden, sokaktan geçerken nefretle bakan birçok insanın, bugün bu çocukları
kendi çocuklarıymış gibi, kendileri gibi görüp sahiplenmeleri. Çünkü Gezi olaylarında
şunu gördüler: Kendilerinin de içinde olabileceklerini ve açık bir şekilde
devam eden bir karalama kampanyası, bir itibarsızlaşma kampanyası olduğunu. Bu sadece
Ethem özelinde değil diğer çocuklar açısından da oldu. Aynı zamanda devletin,
özellikle ve özellikle terörist yaftası yapıştırma noktasında, bütün toplum,
bütün halk şunu gördü: Bu son derece alçakça bir söylem, alçakça bir yaklaşım. Bu
anlamıyla milyonlarca insan çocuklarını sahiplendi, aslında toplumsal adalet
dediğimiz şey de bu. Bir de bunun pratikte karşılığı vardır, hesap sorma. Bu
toplumların kendi mücadelesinde “ilâhi adalet” dediği şey. Bir şekilde bunların
hesabı sorulacaktır. Bunun aslında yapan silahşörlerden değil, kiralık
katillerden değil, sistemin kendisinden sorulacağının farkındadır, zaten
Gezi’de de bu bir anlamda ortaya konmuştur.
Gezi ile beraber şöyle bir şey oldu, belki duymuşsunuzdur, İstanbul’da
forumlarda, burada, Ankara Adliyesi’nin önünde “Artık mahkeme sokakta!” gibi
sloganlar atılmaya başladı. Gerçekten artık sokaklar mahkeme olmuş mudur sizce?
Bu vicdan boyutunun yanında?
Mustafa
Sarısülük: Bu toplumsal bir süreç, tarihsel bir süreç,
bugünden yarına bir şey değişmiyor. Zaten birinci mahkemeden sonra ben ve özellikle
kardeşim Ethem Sarısülük Davası’nda mahkemeden adalet beklemediğimizi, kendi
adaletimizi kendimizin yaratması gerektiği şeklinde açıklamalarımız olmuştu. Bu
da aslında sizin de bahsetmiş olduğunuz nedenlerden kaynaklı. Artı olarak da şu
var. Geçmişten bu zamana, bu ve buna benzer durumlarda, hiçbir zaman adalet
çıkmamıştır; tam tersine katilleri, faşistleri her zaman onore etme, her zaman
ödüllendirme, görece kısmi şekilde cezalandırma verseler de, neticede destekleme
vardır. Bu nedenle ben, artık halkın kendi adaletini kendisinin yaratması
gerektiğini, çünkü bu adalete, bu hukuk sistemine, devletin evrensel hukuku
tırnak içinde uygulamak için kurmuş olduğu bu devasa, muhteşem Adalet
Sarayları’na güvenmemeleri gerektiği telkininde bulundum. Aslında benim bu
telkinim bir anlamda şuydu: Halk ve geniş kitleler kendi adaletinizi kendiniz
yaratın. Bunu da zaten dediğiniz gibi herkes gördü ve görmeye de devam ediyor.
Biraz önceki sorunuza ilişkin de. Teşhir etmek amaçlı mı? Evet. Biz Ethem
Sarısülük Davası’nı bu sistemi, bu çürümüş hukuk sistemini, bu egemen sınıfın
adalet anlayışını yerle bir etmek için tamamen halkımızın ve geniş kitlelerin
adalet anlayışı temelinde teşhir etmek amaçlı kullanıyoruz. Bizler bu düzende,
adaletin olmayacağının, ilahi adaletin olmayacağının, ya da onu da vazgeçelim,
evrensel hukuk kurallarının uygulanmayacağının farkındayız. Bu anlamıyla da
asla kendimizi kandırmıyoruz. Bazen şunu yaşamıyor muyuz? Birçok insan
sorabiliyor, yani mesela 10-20 yıl ceza aldığında içiniz soğur mu? Hayır, soğumaz,
çünkü kardeşim değil başka birisi de olabilirdi. O açıdan bizim esasımız bu
sistemi teşhir etmek. Zaten ilk mahkemeden beri de, gerek ÇHD’li avukatlarımızın,
gerekse diğer avukatlarımızın ortak anlayışı da bu yönde. Bu aslında, toplumun Gezi’de,
bir yerde “artık yetti” demesidir. Avukatlar açısından da bu ülkede devam eden
hukuksuzluk, adaletsizlik, keyfiyetçiliğe karşı Ethem’in davası artık son
barikattı diyebiliriz. Avukatlar da bizimle hemfikir bu noktada. Çünkü bundan
önceki davalarda, duruşmalarda ne kadar ısrarla hukuku savunmaya çalışsalar da,
hukukun olmadığı her gün döne döne insanların yüzüne vuruldu, avukatların
yüzüne vuruldu.
İç hukuk yolları tüketildiği zaman Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi veya
başka bir mecraya başvurma düşünceniz var mı?
Mustafa
Sarısülük: Biz zaten AİHM’e başvurduk, dava açılmadan
soruşturma devam ederken AİHM’e başvurduk.
Beklentiniz nedir?
Mustafa
Sarısülük: Oraya da başvurmamızın temel sebebi aslında aynı. Beklentimiz
tamamen, biraz önceki bahsettiğimiz durumun orada hayat bulması. Bizim AİHM’e
başvurmamızın temel sebebi Ethem Dosyası oluşturmakla birlikte, ama özelde, bu
ülkedeki siyasal iktidarın Gezi ve Haziran İsyanı boyunca yapmış olduğu
hukuksuzluklarını, adaletsizliklerini, insan hakları ihlallerini, yargıyı boşa
çıkartan yaklaşımlarını, polisini, yetkilileri koruyan kollayan açıklamalarını
teşhir etmek. Yani biz orada aslında Ethem’in davasını ana ağırlık noktası alarak
bunları yazdık, ifade ettik. Türkiye’den, o süreçte yaşanan siyasal
gelişmelerden orada bahsettik. Esas amacımız orada, bugünkü siyasal iktidara
karşı tamamen uluslararası diplomasi yoluyla bir kararın çıkması. Yoksa
açıkçası AİHM’den de bir beklentimiz yok. Ki AİHM zaten bunu reddedebilir, “iç
hukuk yolları tükenmemiştir, bize iç hukuk yolları tükendikten sonra
gelebilirsiniz” de diyebilir. Bizim bu noktada da esas kaygımız bugünkü siyasal
iktidarı ve AKP faşizmini orada teşhir etmekti. Yaptığı uygulamaları, hukukun
yaptığı uygulamaları, emniyet güçlerinin yapmış olduğu uygulamaları, bir bütün
olarak, sadece Ethem açısından değil, birçok bakımdan, İstanbul’dan İzmir’e,
Ankara’dan Lice’ye kadar teşhir etmek. Mesela Medeni’nin durumunu.
Şimdi biraz da geriye doğru saralım
makarayı. 12 Eylül Referandumu’nda, geçtiğimiz 2010’da yapılan referandumda,
bildiğiniz gibi hukuk sistemi neredeyse tamamen değiştirildi. Referandumda “Darbeleri
yargılayacağız” denmişti, ama bir yandan da HSYK’da, Anayasa Mahkemesi’nde,
daha doğrusu AKP’nin hukuk içerisinde daha fazla elini kolunu sallamasının imkânı
açıldı. Şimdi buradan evetçiler çıktı, yetmez ama evetçiler çıktı, hayırcılar
vardı, boykotçular vardı. Şimdi özel olarak kimseye odaklanmadan şöyle bir şey
diyebilir miyiz? Ona utangaç olarak evet diyen ve açıktan evet diyenlerin bu
hukuksuzluğa yol açtığını söyleyebilir miyiz?
Mustafa
Sarısülük: Tam anlamıyla bunu söyleyemeyiz. O da şundan
kaynaklı. Aslında AKP sürecine baktığımızda, AKP aslında devlete yeniden itibar kazandırma hareketidir. Çünkü
AKP’nin iktidara gelme sürecine baktığımızda ve ondan önceki bu ülkenin siyasal
tarihine baktığımızda, geniş kitlelerin, halkın devlete olan güvensizliği,
devlet kurumlarına olan güvensizliği, siyasi partilere olan güvensizliği, yani
bir bütün olarak sisteme olan büyük güvensizliği söz konusu olmuştur. Ve
gerçekten de AKP tekrardan devlet otoritesini sağlamlaştırabilmenin,
bütünlüğünü tekrardan tahsis edebilmenin bir projesi olmuştur. Fakat Gezi
ve sonrasındaki süreçte şunu da gördük ki, egemenler açısından bu durum geri
tepmeye başladı, çünkü AKP’nin kendisi artık devletleşti. Tıpkı sizin de
bahsettiğiniz gibi referandum sürecinde belirsizlik içinde olan, AKP’nin
özellikle “demokratikleşme”, “özgürleşme” paketlerinin peşine takılan birçok
aydın, yazar, sanatçı ya da entelektüel, ya da ilerici, sol, sosyalist, solcu
diyebileceğimiz kimi insanlar, benim kendi kişisel değerlendirmeme göre,
deliklerindeydiler; deliklerinden çıktılar ve kısmi bir aydınlık görüp AKP’yi
desteklediler, yetmez ama evetçi oldular. Ama bu esasen, olanların özünü
kavramadan tamamen yüzeysel bir bakış açısıydı. Dediğim gibi, işler ters
tepmeye başladı. Hukuku tamamen kendisine tahsis etti, emniyeti tamamen
kendisine bağladı, yani kabaca AKP’nin kendisi devletleşti.
Aslında bunların
yaratmış olduğu sıkıntılar bugünkü yaşananlarda, siyasal arenada. Bu anlamıyla
sizin de söylediğiniz gibi bir sonucu olduğunu da söyleyebiliriz, ama bu önceki
süreçte hukuk vardı anlamına gelmiyor tabii ki. Bu ülkede hukuk dediğimiz şeye,
anayasadan kendisini alan şeye baktığımızda, 12 Eylül faşist anayasasının hâlâ
olduğu gibi orada olduğunu görüyoruz. Böylesi bir anayasanın olduğu yerde de
toplumsal özgürlükler anlamında, ya da toplumsal adalet anlamında, ya da ceza
kanunu anlamında adalet çıkması beklenemez. Yani insanı halay çekti diye
terörist ilan edip, ağırlaştırılmış müebbet hapis veren bir zihniyetten
maalesef adalet beklenemez.
Tabii. Mesela bugün vardı, Ethem’in davasındaki sanık polise 24 ay kıdem
durdurma verilirken, Marmara Üniversitesi’nde eylem yapan öğretim görevlilerine
de 24 ay kıdem durdurma verildi. İşte adalet böyle bir adalet.
Mustafa
Sarısülük: Evet.
Diğer mahkemelerde olduğu gibi Ethem’in mahkemesinde de gelen insanlara
tomalarla, biber gazlarıyla saldırdılar. Mehmet’in de son mahkemesinde,
dışarıda bekleyen insanlara saldırmışlardı. Şimdi giderek daha da
saldırganlaşan bir durum var, şimdi bu saldırganlaşmayı nasıl açıklayabiliriz?
Daha ılımlı olarak süreci geçiştirmek varken, daha da saldırganlaşarak kendi
renklerini açıkça belli ediyorlar, hele böyle kritik bir süreçte.
Mustafa
Sarısülük: Birçok insan aslında kendi içinde bu soruyu
soruyor. Bunlar böyle daha ılımlı bir hareket gösterselerdi, iktidarlarını daha
da sağlamlaştırırlardı. Ama maalesef siyasal süreçler böyle işlemiyor. Çünkü
egemenlik alanlarına girilen noktalarda, kendi egemenliklerinin tahsisi, onu
koruyup kollamak ve onun belirlemiş olduğu sınırların içine başka birilerinin
girmesini engellemek için ellerinden gelen her türlü çabayı gösterirler. Ve
bunun için de ellerindeki her türlü politik silahı kullanırlar. Politik silahın
içine emniyeti, hukuku, adalet sistemini, eğitim sistemini hatta sağlığı bile
alabilirsiniz.
Bugün daha da saldırganlaşmalarının
sebebi aslında şuydu: Gezi’ye hazırlıksız yakalandılar, onun yarattığı büyük
bir travma var ve artık iktidarları sarsıldı. Sarsılmalarını durdurabilmek, 12
yıldır kendi kazanımlarını koruyabilmek için adeta fütursuzca saldırıya geçtiler.
En ufak bir şeyi bile vahşice bastırıyorlar. Ki artık polis tamamen kendi
denetimlerinde, adalet, hukuk, hâkimler, savcılar tamamen kendi
denetimlerindeler. Doğallığında, kendi egemenlik alanlarını ellerinde tutmaya
çalışıyorlar. Bu da dediğim gibi egemen sınıfların aslında kendi iç çelişkileridir.
Ali İsmail’in davasında erteleme, Ethem’in davasında sanığı başka bir ile
gönderme, Medeni’nin davasında herhangi bir şey yok ortada. Bunları nasıl
yorumlamak lazım, çünkü hepsinde benzer refleksler veriliyor?
Mustafa
Sarısülük: Ben aslında şöyle değerlendiriyorum, Karl Marx’ın
bir sözü vardır, “can çekişen kapitalizm” diye, can çekişen faşist devlet
olarak değerlendiriyorum. Çünkü artık gerek insanların, gerek toplumun
ihtiyaçlarını karşılayamıyor bu sistem, bu devlet anlayışı. Ve en ufak şeyi zor
kullanarak bastırmaya çalışıyor, ya da tamamen kendisini aklamaya yönelik,
kendisini pirüpak göstermeye yönelik hareketler içinde. Davaları başka yerlerde
gördürüyorlar, insanları tehdit ediyorlar, aileleri pasifize etmek, susturmak
istiyorlar, ya da davaların gündemden düşmelerini istiyorlar. Ama artık nafile,
tarihsel olarak büyük çalkantılar dönemine girdiğimiz görülüyor, toplumsal
muhalefet artık daha da yüksek şekilde seyredecek. Onun için de ben, sadece
bugünkü siyasal iktidar anlamında söylemiyorum, var olan devlet geleneği
anlamında söylüyorum, büyük bir sarsıntı yaşıyorlar. Ayrıca bu sadece bizim
ülkemizin gerçeği değil, emperyalist kapitalist sistemin kendisine de
baktığımızda bunu görebiliyoruz. Krizler artık daha sık ve sürekli bir hal
almaya başladı ve artık bu krizleri toparlayamıyorlar, çeviremiyorlar. Yani her
yerden patlak vermeye başladı. Bu tarihsel bir süreç, o anlamıyla bu egemenlik
alanlarını ellerinde tutabilmek için gerek toplumsal davalarda, özelde Ali
İsmail’in, Ethem’in ya da Medeni’nin ya da en son 93-94’te 12 Kürt
yurtseverinin katledildiği Lice davasında Eskişehir’e göndermeleri gibi adımlar
atmaktalar, ama bu adımlar onların aslında sonunu engellemeyecek.
Kritik bir soru. Bu Aralık Operasyonları’ndan itibaren Zaman Gazetesi başta olmak
üzere birçok eski yandaş gazete (eski diyorum çünkü şimdi artık karşıt haber
üretiyorlar) Ali İsmail Davası’nı, Berkin Elvan’ı çok fazla ön plana çıkartırlarken,
Ethem’i, Medeni’yi, Ahmet Atakan ve diğer şehitleri daha geri planda tuttular.
Bu bir bakıma, Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’dan farklı olarak popülerleştirilmek
istenmesine benziyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Mustafa
Sarısülük: Geçmişte de burjuva ana-akım medya rüzgâr ne yandan
esiyorsa o yanda olmuştur, bu çıkarları gereğidir. Büyük sermaye sınıflarının
hizmetindelerdir; halk için ya da objektif habercilik anlayışı yoktur onlarda
maalesef, kırıntıları bile yoktur. Doğallığında, bu ve bunun gibi dönemlerde rüzgâr
ne taraftan eserse kendi çıkarları gereği oradadırlar. Hatta şöyle ilginç bir
şey söyleyeyim, Zaman ve benzeri birçok gazete, ağızlarına bile almazlarken,
bugün Ali İsmail’i böyle çok dramatize ederek, böyle insanların vicdanını
kanatan bir yaklaşımla, hatta köşe yazarları olan kalemşörleri kendilerine
vazife edinerek böyle çok duygusal metanetle konuyu irdelemeye çalışıyorlar.
Mesela Ethem’in siyasal kimliği. Bizim açımızdan aslında onların, Ethem’in
ismini, Ethem’in davasını ya da sürecini yazmaları, ifade etmeleri ya da
köşelerinde yazmaları bizim için hiç önemli değil. Bizim için esas önemli olan
halktır ve geniş kitlelerdir. Onun için bunu bir sömürü, kendi yeni alanlarını
yaratmak için kurnazca bir politika olarak değerlendiriyorum. Tabii bir de,
olayın yaşanmışlık boyutuyla ilgili bir şey var. Ali İsmail bir pusu sonucu,
sivil faşistler ve faşist TMŞ polisleri tarafından organize bir şekilde
dövülerek katledildi. Ve bunun görüntüleri ortaya çıktığı için toplumda büyük
bir travma yarattı. 38 gün direnmesi, 38 gün sonra kaybedilmesi. Bütün insanlar
kendi çocuğuymuş gibi üzüldü ve ağladı. Doğallığında, toplumun bu hissiyatını
ana-akım medya ya da bugün çelişkide olan Zaman ve benzeri birtakım gazeteler
ya da basın, bunu kendilerini aklamak için bir sıçrama tahtası olarak
görüyorlar. Ethem’i ya da Medeni’yi yazmamaları çok önemli değil aslında. Ethem örgütlü, devrimci bir proleterdi.
Örgütlüydü, yaşamını bu şekilde yürüyordu, başına gelecekleri de biliyordu.
Çünkü geçmişten beri bu devletin sicili kapkaradır. Sokak ortasında, kör
dehlizlerde, işkencelerde binlerce insan katledildi. Onun için Ali İsmail’i
kullanmaları manidar diyelim.
Bir soru daha. Abdocan için henüz bir mahkeme kurulmadı, Hasan Ferit’in
mahkemesinde bir belirsizlik var, Berkin için soruşturma bile açılmadı. Zaten
söyleşinin başından beri adaletsizliği ve hukuksuzluğu konuştuk. Var olan
hukukun bir burjuva hukukunu dahi işletmediğini konuştuk. Peki, bu son
söylediğimiz süreçlere dair nasıl bir yol izlenmesi gerekiyor? Yani burada
kendi adaletimizi halka anlatabilmek için farklı bir şey mi yapmalıyız?
Mustafa
Sarısülük: Evet, farklı bir şeyler yapmamız gerekiyor. Bu
yöntemler icra olmuyor geçmişten beri. Artık insanlar da bu bilince ulaştı Gezi
ile birlikte. Biz hatırlanacağı gibi Ethem’i kaybettikten sonra, hatta Ethem
daha komadayken, ne yapmamız gerektiği üzerine düşünürken, hemen diğer
ailelerle bir araya gelmek, gözünü kaybedenlerin, yaralananların yanlarında
olarak dayanışmayı büyütmek üzere harekete geçtik. Bunu bu siyasal iktidardan,
bu devletten hesap sorma bilinci temelinde yapmak gerektiğini düşünerek, annem ve
diğer ailelerle birlikte, İstanbul’a gittik, Antakya’ya gittik. O süreçten
sonra büyük bir dayanışma ortaya çıktı. Belki de bizim biraz avantajımız,
politik bir aile olmamızdı. Tavrımız, yaklaşımımız her zaman netti. Bunun
getirmiş olduğu, bir avantaj demeyeyim ama net bir bakış açımız vardı. Diğer
ailelerimiz henüz bu kadar çok net değillerdi. Nasıl yaklaşacaklarını, durumu
nasıl değerlendireceklerini, muhakemesini henüz çok iyi yapamıyorlardı. Ama şu
an güçlü bir birliktelik var ve her şey hesap sorma bilinci temelinde
ilerliyor. İşte bundan sonraki süreçte, dediğiniz gibi Abdullah için, Ahmet için
ki Berkin için soruşturma bile açılmadı, ne yapılması gerektiğini sorarsanız, kanımca
artık bu davaları daha güçlü sahiplenmektir. Bu davalardan adalet çıkacağı için
değil tabii ki. Bizim binlerce insanla yığılmamız, binlerce insanın
sahiplenmesi demek, aslında bu ülkede hukukun, adaletin olmadığı, eşittir
faşist bir adaletin, faşist bir hukuk anlayışının olduğunun göstergesidir. İşte
bunu milyonlarla, halkla teşhir etmek için bu davaları sahiplenmek gerektiği
kanısındayım. “İlahi adalet” ancak böyle tecelli eder.
Peki sizce ailelerin dayanışmasının mahkeme heyetleri üzerinde herhangi bir
baskı kurması söz konusu mu? Yani dikkate alıyorlar mı?
Mustafa
Sarısülük: Çok zannetmiyorum. O kadar arsızlar ki. Mesela Ali
İsmail’in... Aslında anlatmama gerek de yok, bütün toplum gördü. Mahkeme
heyetleri çok katı bir şekilde birbirlerine bağımlılar, siyasal iktidara da göbekten
bağımlılar. Kendi bağımsız vicdanlarını kullanmaktan bile imtina eder bir
haldeler tamamen. Yani düşünün: Bütün somut evrensel, bakın açık söylüyorum,
evrensel hukukta olan bütün aleni somut deliller olmasına rağmen, ekstra en
ufak çelişki yaratacak bir durum olmamasına rağmen sanık tutuklanmıyor. Ne
kadar toplumsal baskı olsa, toplumun ileri gelenleri, milletvekilleri,
bürokratlar ya da yurtdışından insan hakları aktivistleri de gelse çok
umurlarında değil, onlar için esas olan şey siyasal iktidar.
Sizce Gezi’den sonra, şimdi biraz da özeleştiri sürecine geçelim, Türkiye’deki
sosyalistler ve sol muhalefet ciddi anlamda ders çıkardılar mı? Ayrıca yerel
seçimlerde oluşturulan ittifaklara, cepheleşmelere ve benzeri şeylere
baktığımızda Gezi’nin etkisini görebiliyor muyuz?
Mustafa
Sarısülük: Bunun aslında, toplumsal, siyasal ve sosyolojik
olarak değerlendirilmesi çok uzun bir konu. Çok geçmişe gitmeye gerek yok. Sistem
ve devlet 24 Ocak Kararları’ndan ve onun yaratmış olduğu baskıdan sonra, askeri
faşist darbeden sonra toplumu tamamen örgütsüzleştirmeye yönelik büyük bir
girişimde bulundu. En basitinden din derslerinin zorunlu hale getirilmesi. Toplum
müthiş bir şekilde muhafazakârlaştırıldı. Bu yönde adımlar atıldı. Doğallığında,
emek ve demokrasi güçlerinin örgütsüzlüğü, ki bu zamana kadar gelen bir süreç
aslında. Bu süreci kavrama, bilince çıkartma, örgütsel alanları genişletme, emek
ve demokrasi güçleri için bir fırsat. Gezi’nin öğrettikleri tarihsel bir
sürecin bir parçası. Bugünden yarına bir anda dersler çıkarılamaz. Bana göre bu
süreç kendisini birkaç yıl sonra gösterecek. Bu bugün devam eden süreçle ilgili
bir şey. Yani siyasal açmazları, siyasal iktidarın bugün yaratmış olduğu
süreci, ekonomik krizle birlikte, devam eden bir süreç olarak değerlendirmek
lazım. İllâ ki bilimsel sorgulayıcılıkla bu sürecin muhakemesini yapan birçok
sol, sosyalist, devrimci güçler var. Bunu kendi yayın organlarından, kendi
yaklaşımlarından görebiliyoruz. Ama benim açımdan, aslında bundan önce şu
önemliydi: Bu süreçte, Gezi ve Haziran
İsyanı’nda kitleler çok şey öğrendiler. Çok çok şey öğrendiler. Yani Lenin’in
söylediği gibi. O teori ile pratiği karşılaştırdığı makalesine baktığımızda,
birkaç pratiğin toplumsal olaylarda, bin yılların teorisini kitlelere kısa
sürede öğrettiğini söylüyordu, hakikaten öyle oldu. Sistemin faşistliğini
yıllardır teşhir eden, bu devleti yıllardır teşhir eden sol, sosyalist,
devrimci güçler vardı. Kitleler bu devletin, sistemin göstermiş olduğu
pratiklerle karşılaştığında işte bu gerçekliğin farkına vardılar. Kitleler
nasıl hareket edeceklerini, nasıl davranacaklarını, nasıl savaşacaklarını,
nasıl hak arama mücadelesi yürüteceklerini görmüş oldular. Aslında önemli
olan şey de buydu. Toplumsal pratikten de emek ve demokrasi güçleri gerekli
dersleri çıkaracaktır. Tek zayıf olduğumuz nokta emek ve demokrasi güçlerinin
örgütsel olarak cılızlığıydı. Çünkü toplumun öz-örgütlülükleri maalesef bugün
güçsüz. Eğer ki toplumun öz-örgütlülükleri biraz daha güçlü olabilseydi, bu
süreç bambaşka olabilirdi. Çünkü öz-örgütlülükler olmadığı için bu sürece
hazırlıksız yakalandık.