Gündelik
yaşantımızın şiddetle alevlenmeye devam ettiği yeni bir yıla girdiğimiz
2015’te, Karacaoğlan’ın dediği gibi “Umut’un içinde mut varsa umutsuzluğun da
içinde umut”, diyerek umudun sonsuzluğuna pencere aralamayı sürdürelim. 2014’ü
acı ve yasla geride bırakırken, gözler puslu girdik yeni yıla. Bu coğrafyada
yaslarımızı tamamlayamadan, tamamlamaya vakit verilmeden yeni yaslarla iç içe
yaşatılıyoruz. Henüz 2013 Gezi Direnişi’ndeki kayıplarımızın yasını tutamadan,
13 Mayıs 2014’te Soma’da yaşanan katliamda 300’den fazla maden işçimizin
kaybıyla sarsıldık; sadece onlar da değil daha başka iş kazalarında pek çok
işçinin ölümüne şahit olduk; onların yasını tutmaya daha vakit kalmadan
Suriye’de, Irak’ta, Kobane’de yani Ortadoğu’da vahşi, yabani örgüt,
kötülüğün ve şiddetin sahnesi IŞÎD peydahlandı. Kobane’de vahşi örgüt IŞÎD’e
karşı mücadeleler sürerken yeni kayıplarla yürekler dağlandı. 7 Ekim 2014’de
Suphi Nejat Ağırnaslı Kobane’de YPG saflarında bu vahşi örgüte karşı
savaşırken yaşamını yitirdi. Daha tüm bunların acısını yatıştıramamışken,
buğulu gözlerimiz Fransa’da Charlie Hebdo Dergisi’ne radikal İslamcıların
saldırılarıyla 12 kişinin yaşamını yitirmesine tanık oldu.
Yaşanan
tarihin tanıklığı büyük bir yük gibi üzerimize binerken, yüreğimizde hiçbir
zaman soğumayacak bir acının 15 yaşındaki Berkin Elvan’ın polisin attığı gaz
kapsülünün başına isabet etmesiyle 269 günlük komanın ardından gelen ölümünün
hemen ertesi günü (12 Mart 2014) Karaman’da yapılan protestolara katılan 300
kişilik grubun içinde yer alan yayın kurulu üyemiz Elifhan Köse’nin de
içlerinde bulunduğu üç kişi, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a
“hakarette” bulunmakla suçlandı. Daha bu haksızlığı, hukuksuzluğu
sindiremeden, iktidarın hukuk sisteminin, kirli elleriyle Elifhan Köse’ye 11ay
hapis cezası verdiğini işitmek zorunda bırakıldık.
Hukuka
inancın yitirildiği, özgürlüklerin ablukaya alındığı, iktidarın tahakkümcü ve
otoriter-baskıcı, oligarşik bir yapıya evrildiği sistemin içerisinde,
Elifhan Köse gibi bu baskıcı yapıya karşı haklı mücadelesini hala sürdüren ve
gericiliğe, ırkçılığa, faşizme karşı mücadelelerinde yaşamlarını yitiren bütün
ilerici, mücadeleci, devrimci insanları ve 8 yıl önce 19 Ocak 2007 tarihinde
suikastte kurban giden Hrant Dink’i buradan selamlıyoruz; haklı mücadeleleri
burada her daim ses bulacak, yankılanacaktır.
Brecht’in de dediği gibi öyle bir gelecek görmeyi
umalım ki, bize bile gerek kalmasın o gelecekte; dergimizin güzellemelerine başlayalım Brecht’le:
Bir Gün Gelecek Yararsız Olacağım Ben de
Bir gün gelecek, oh diyecek insanoğlu:
Silahları bırakın, artık ihtiyaç kalmadı!
Güzel yıllar gelecek birbiri ardınca.
Çıkaracaklar depodan silahları bir gün,
Bakacaklar ki paslanmış hepsi.
Ben de atılmak isterim, açıkçası, son
okurumun elinden.
Son insan olsun o, yeter ki,
Köpeklerin ısırdığı son insan!
***
Dergimizin
bu sayısı, Türkiye’nin ve felsefenin düşün dünyasının büyük isimlerinden Uluğ
Nutku’nun (16 Kasım 2014) ölümü üzerine Bora Erdağı tarafından kaleme alınan
anma yazısıyla başlıyor. Bora Erdağı Uluğ Nutku’yla yaşadığı kişisel
deneyimleri üzerinden onun hem kişiliğine değinerek hem felsefe dünyasına
yaptığı katkıları ele alarak bize inceleme tadında kısa bir yazı sunuyor.
Kuram bölümüne, Kobanê’yi estetik bir algıyla ele alan
Erdem Nezan’ın İki Vahşet Arasındaki Yarılma: Savaş Pornografisine
Karşı Direnişin Estetiği, adlı çalışmasıyla giriş yapıyoruz. Nezan,
Kobanê’deki politik sorunu ontolojik boyutuyla anlayabilmek için kökenleri
incelemek yerine mitolojiyi devreye sokarak bir tartışma yürütüyor. Yani kendi
deyimiyle tarihsel olanı zaman-dışı olanla bir açıklama, anlama denemesi. Bu
politik krizin ortasına Antik Yunan mitolojisinden Pan karakterini davet
ediyor. Pan Antik Yunan’da diğerleri üzerinde dehşet saçması, korkutuculuğu ve
ürkütücülüğüyle kötülüğün temsilcisi olarak görülüyor. Nezan’a
göre bu kötücüllüğüyle Pan’ın örgütlü versiyonu IŞÎD’tir, “nam-ı diğer
faşizmin olağanüstü hallicesi”. Bu bağlamda Nezan, IŞÎD’ın yaptıklarını “savaş
pornografisi” olarak adlandırırken, Rojava’da olanları ise estetik bir algıyla
ele alarak “direnişin estetiğini” anlatıyor bize.
Pynchon ve Calvino’da Entropi Fikrinin İzleri başlıklı yazısında Yasin Karaman,
bilimsel ve felsefi olanı bir araya getirecek bir tartışma yürütüyor. Karaman,
termodinamiğin ikinci yasası olan entropi yasasını edebiyatın alanında ele
alıyor. Fizik ve kimya gibi fen bilimleri alanlarında iş gören entropi kuramının,
bu alanlarla sınırlı kalmadığını ve yarattığı yeni evren
algısıyla iletişimden sanata, edebiyata, felsefeye kadar farklı
disiplinlerde yer etmeye başladığını ifade ediyor. Bu bağlamda filozof
olarak adlandırdığı iki isim üzerinden edebiyatta entropi kuramının izlerini
arıyor. Bunu Amerikalı yazar Thomas Pynchon’ın kuramla aynı ismi taşıyan Entropy adlı
öyküsüyle, 49 Numaralı Parçanın Nidası romanını ve Italo
Calvino’nun başta Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanı olmak
üzere başka metinlerine de değinerek yapıyor.
Yola Çıkış ve Yola Varış: Kürt Hareketi (PKK) çalışmasında Erdem Ayçiçek, Kürt
siyasi hareketinin geçirdiği değişimleri ve dönüşümleri tarihsel bir
incelemeyle ele alıyor. Ayçiçek bu çalışmasında Kürt hareketinin
çıkış ideolojisinden geldiği noktaya eleştirel ve belki de çok
tartışılacak bir polemiğe yer açıyor. Ayçiçeğin temel savı, PKK’nin ilk
dönem ve ikinci dönem olarak adlandırılabilecek bir ayrımına dayanıyor.
Bu ayrımdan hareketle iddiası, ilk dönem “bilimsel sosyalizm,
reel sosyalizm, işçi sınıfı, artı değer, sömürgecilik ve emperyalizm”
gibi kavramların PKK’nin yayınlarına hâkim olurken; 1990’lardan sonraki
dile “kişi, kişilik, kişinin kendini yaratımı, saf irade ve özgürlük hareketi”
gibi terimlerin hâkim olduğu yönünde. Hareketin geçirdiği dönüşümün,
“Yoldaş”lardan “Heval”lere doğru yaşanan bir değişim olduğu savıyla Ayçiçek, bu
dönüşümü bir dizi nesnel ve öznel faktör üzerinden anlatıyor.
Savaş Sonrası İtalyan Entelektüel Kültürü: Marksizmden
Kültürel Çalışmalara başlığını
taşıyan çeviri yazımızda Renate Halub, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan
entelektüel kültürünün gelişimini üç döneme ayırarak inceliyor. 1944’ten 1968
tarihine kadarki ilk dönem Marksizmin kamusal alana egemen olduğu bir evre;
1968’den 1986’ya kadarki ikinci dönem, Marksist düşüncenin içerisinden çıkan
bilgi birikimiyle şekillenirken, solun parçalanmasına da tanıklık eden bir evre
olarak anlatılıyor. Husserl, Heidegger, Levinas ve diğerlerinden esinlenen,
tarihe, özneye ve failliğe dair Marksist yorumlara karşı çıkan düşüncelerin bu
dönemde yeniden ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. 1986’dan 1999’a kadar olan
son dönem ise, Fransız post-modernistlerinin etkisiyle Marksizmin belirli bir
biçimini yerinden eden dönem olarak işaretleniyor.
Polemik köşemizi gündemimizde olan ve belki de
aslında gündemimizden hiç düşmeyen “polis devleti” kavrayışını,
Ayşegül Kars Kaynar’ın tartıştığı Türkiye’de Polis Devleti: Bir Kavram
Tahlili çalışmasıyla açıyoruz. 2014 yılının Ekim ayında başbakan
Davutoğlu tarafından açıklanan İç Güvenlik Yasası “polis devleti” tartışmasını
da beraberinde getirdi. Yazı, İç Güvenlik Yasası’nın dününü, bugününü ve
yarınını “polis devleti” kavramsallaşması etrafında sorunsallaştırıyor.
Havaya Kalkan Taş: Arada Olmak, Tereddüt ve İhlal’de Murat Özbek çok hassas bir
meseleyi ele alıyor: taş atan çocukları. Özbek bu çalışmasında kafalarımızdaki
çocuk imgesini daha doğrusu masum çocuk imgesini bir nevi yıkma
çabasında. Özbek kendisine sorun edindiği iki mesele üzerinden makalesini
şekillendiriyor, bunlardan birisi masum ve bilinçli çocuk figürünü tartışmak,
ikincisi taş atma sorunun irdelenmesine zemin hazırlamak. Bu tartışmaları
yaparken Özbek Sedat Yağcıoğlu’nun Taş Dile Geldiğinde başlıklı
çalışmasında yer alan Kürd çocukların ifadelerinden hareket ediyor.
Gelenek ve Modern Arasında Marx ve Arendt’i “Anlamak” ya da Eleştirinin
Eleştirisinin Eleştirisi: Ebubekir Aykut’a Yanıt başlıklı çalışmasında Gülden Özcan,
bir önceki sayımızda Arendt-Marx ilişkisini tartışan Ebubekir Aykut’un
yazısına karşı bir polemik yürütüyor. Özcan, Aykut’un Arendt’le ilgili bir
takım tespitlerini ve değerlendirmelerini sorunlu olduğunu belirterek çarpıcı
bir polemik yazısı sunuyor.
Söyleşi köşemizin konuğu bu sayıda Şafak Altan ve Nurçin İleri’nin sorularını yönelttiği
Nazan Üstündağ. 135 gün süren ve büyük bir direnişle YPG/ YPJ güçleri
tarafından IŞÎD’in elinden kurtarılan Kobanê’den, Rojava Devrimi’ne, 6-7 Ekim
ayaklanmasından Gezi’ye kadar Ortadoğu’da geniş bir Kürt Özgürlük Hareketi
tartışması yürüttük.
Sinema bölümümüzde Ümit Ünal’ın 2011 yapımı Nar filmi
üç ayrı yazıyla analize tabi tutuluyor. Özge Yüksel, Dürtme İçimdeki
Narsisti başlıklı yazısında, filmdeki karakterlerin psikanalitik bir
analizini sunuyor. Filmin genel temasının, yaygın yorumların aksine güven ve
adalet eleştirisi olmadığını söyleyerek, “bunlardan daha fazlası”nın dile
getirildiği iddiasıyla yola çıkıyor. Bu noktada Nurdan Gülbilek’in
“Dostoyevski’nin mağdur kahramanları üzerine yaptığı tespitler”i üzerinden bir
inceleme sunuyor.
Nar Filmi Üzerine: Sevginin Rengi, Vicdanın Sesi’nde Sevgi Doğan filmi, bu kez felsefi bir
sunumla karşımıza çıkartıyor. Kapitalizmin duygular üzerindeki etkisini,
sömürü rejimini ele alırken, Kant ve Hegel tartışmasını vicdan meselesine
taşıyor. Doğan’a göre film, adalet sistemine duyulan güvensizliği vurguluyor;
Doğan bu anlamda filmin, kişilerin kendi adalet sistemlerini inşa ederken
vicdan kavramını tercih ettiklerini göstermeye çalıştığını ifade ediyor; yazar
bunu tartışırken Kant’a referans veriyor ve Hegel’in hukuk sistemiyle Kant’a
karşı duruşunu vicdan meselesi bağlamında analiz ediyor.
Nar Filminde bir Mağduriyet Nedeni olarak İhmal, Bir
Görünürlük Biçimi olarak İhlal başlıklı yazılarında Evrim Nacar ve Bihter İşler,
filmi ihmal ve ihlal kavramsallaştırmasıyla inceliyor. Yazarlar, filmdeki
mekânsal karşıtlığın, toplumsal, sınıfsal ve karakterin tipik özelliklerinin
ortaya çıkışına neden olduğunu ileri sürüyor. Genel olarak heteroseksüellik ve
homoseksüelliğin iç içe geçmişliğine vurgu yaparak yarattığı yabancılaşma
üzerinde dururken delilik imgesinin filmde işlenişini felsefi bir tartışmaya
taşımaya çalışıyorlar. İyi ve kötü kavramlarımızın yabancılaşmayla birlikte
nasıl üretildiğini film bağlamında inceledikleri bir eleştiri sunuyorlar. “Nar'da da
ahlakın kökeni ‘ahlaksızlarda, ‘deliler’de aranmalıdır” diyerek okurun
dikkatini delilik ve ahlaksızlık boyutuna çekiyorlar.
Medya köşemizde
Nagehan Tokdoğan, “Devlete Tokat Atan Kadın”: Ana-Akım Yazılı Basında
Sebahat Tuncel İmgesinin Kuruluşu başlıklı yazısıyla, 20 Mart 2011
tarihinde Şırnak’ın Silopi ilçesinde Newroz kutlamaları sırasında polisin
gösteriye katılan kitleye müdahalesinin ardından, o dönem BDP’de siyaset yapan
Sabahat Tuncel’in emniyet amirine tokat atma girişiminin, ana-akım yazılı
basındaki sunumunu analiz ediyor. Bu
bağlamda milliyetçi, muhafazakâr, ulusalcı, liberal olarak adlandırılabilecek
ana-akım basında “bir Kürt, bir kadın ve bir politik özne olarak” Sabahat
Tuncel’in, bahsi geçen “tokat olayı” üzerinden nasıl sunulduğunu ve bu
haberlerin okurlar tarafından nasıl yorumlandığını konu edinirken, Kürt kadın
siyasetçilere ilişkin hâkim algıyı da gözler önüne sermeye çalışıyor.
Kitap Eleştirisinde, Onur Kartal, İçerinin Düşüncesinden
Dışarının Politikasına Diyalektiğin Diyalektik Gelişimi başlıklı
yazısıyla Ersin Vedat Elgür’ün 2013’te yayımlanan, diyalektik üzerinden bir
felsefe tarihi okuması yaptığı Felsefenin Arzusu: Politika - Diyalektiğin
Diyalektik Gelişimi ve Onto-Politika kitabını inceliyor.
Minör Temaslar köşemiz, derginin hem yazması hem okuması en
keyifli bölümü olarak değerlendiriliyor ve yine yer yer canımızı acıtan,
öfkelendiren konuları kısacık satırlara sığdırıyor: Gülsüm Depeli “Elifhan Köse
Yalnız Değildir!”, Savaş Ergül “Sayılmayan Adlarla Neverland’a Gitmek”, Gözde
Orhan “Cehalete Övgü Çağı”, Kansu Yıldırım “Laiklik”, Emek Çaylı Rahte “Oyun
Ruhu, “Je Suis Charlie”, “Je Suis Ahmed””, Sevgi Doğan “Doğanın Sesini
Miyazaki’den Dinlemek” ve Çağla Karabağ “Yalnız Kalma Hakkı”.
İyi
okumalar...