Todd May ile Söyleşi [13. Sayı]

 You can read this interview in English:

To Form a Wall of Resistance: An Interview with Todd May by Sercan Çalcı



“Bir Direniş Duvarı Oluşturmak”


Todd May ile Söyleşi

Sercan Çalcı



“İçinde yaşadığımız bu otoriteryan dönemde, söz söylemenin önemli olmadığını çünkü iktidarın son derece çıplak bir biçimde uygulandığını savunanlar da var. Ben buna katılmıyorum. Mesele, söz söylemenin tek başına baskıyı veya otoriteryanizmi alt edecek güce sahip olması değildir. Mücadeleyi, birçok cephe içerisinde görmenin yanı sıra, çok-yönlü olarak da görmeliyiz. Söz söyleme, gösteriler, sivil direniş ve diğer faaliyet biçimleri, herhangi bir faaliyetin tek başına başarabileceğinden daha büyük ve daha güçlü bir direniş duvarı oluşturmak üzere kesişir.”



The Political Thought of Jacques Rancière: Creating Equality’de bireyci anarşizm ve komünist anarşizm arasındaki asıl farklardan birinin de “ikincisinin, özgürlüğün yanı sıra eşitliğe çağrı yapması” olarak belirlenebileceğini ifade ettiniz. Eşitlik meselesi ve bu meselenin düşüncenizdeki yeriyle başlamak istiyorum röportajımıza. Eğer politika, belirttiğiniz gibi eşitlik varsayımıyla ilgiliyse, post-yapısalcı anarşizm düşüncesinde eşitliğin yeri nedir?

Bu soru ve röportaj için teşekkür ederim Sercan. Post-yapısalcıların, özellikle Foucault, Deleuze ve Lyotard’ın normativiteyle farklı ilişkileri var. Eserlerinin derinlemesine normatif tonlar taşıdığını savunsam da, Foucault normatif iddialar öne sürmede tereddütlüydü. Bunun sebebi ise, onun mücadele edenler adına konuşmak istemiyor olmasıydı. Ancak, bu iddia bile normatif bir zemine sahiptir ve Hapishanenin Doğuşu gibi eserleri sadece eleştirel olmaktan ibaret, yani belirli normatif taahhütlerce desteklenmemiş eserler olarak okumak güçtür. Buna karşın Deleuze’ün elinde üst değer gibi bir şeyi vardı; bu da eşitlikten ziyade yaratıcılıktır. Son olarak Lyotard, etik normatif bir yaklaşımdan çok estetik bir yaklaşıma sahip olmak bakımından Deleuze’e daha yakındı.

Benim görüşüm ise şu: Post-yapısalcı politikayı, çeşitli cephelerle birlikte birçok mücadelenin mevcut olduğu fikri yerine kuşatıcı tek bir politik strateji fikrinin ve bir kapsamanın reddedilmesi olarak tanımladığımız takdirde; eşitlik varsayımı, post-yapısalcı politikanın normatif bir öğesi olmalıdır. Eşitlik varsayımı, mücadelelerin birbirinden epey ayrı düştüğü ve denildiği gibi, etkileşimsiz ve yalıtılmış hale geldiği kimlik/özdeşlik politikasının tuzağına düşmeden, bu çeşitli cepheler boyunca yol almamızı sağlar. Bu mücadeleleri kateden ortak bir bağa ihtiyacımız var ve eşitlik varsayımı bunu sağlıyor.

 

Deleuze: Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?’de, fark politikasını betimlemek amacıyla, dünyayı görmenin –biri özdeşliklerden oluşan ve aşkın varlıklarla kuşatılmış, diğeriyse fark kümelerince etkin olarak üretilen– iki biçimini ayırt ettiniz. Fark politikası ile aktif eşitlik politikası arasında yaratıcı bir diyalog kurmak mümkün müdür?

Bence böyle bir diyalog mevcuttur, fakat bu, doğrudan bir diyalog olmadığı gibi politik eylem için de zorunlu değildir. Deleuze’ün yaptığı gibi, farkı ontolojik olarak düşünürsek; bu, gerçeklik için daima bize sunulandan daha fazlasının var olduğu anlamına gelir ve söz konusu “daha fazla”, deneyimlemeden erişebileceğimiz bir şey değildir. Diğer yandan, benim anladığım haliyle aktif eşitlik, eşitlik varsayımı altındaki kolektif eylemdir. Her ikisini bir araya getirdiğimizde, aktif eşitlik güncel kimliklerimizde mevcut olan hiyerarşilerin reddinin ve başka nelerin yaratılabileceğine ilişkin bir deneyimin kapsayıcısı olarak görülebilir. Bu fikirle ilgili bir şey daha var. Ne de olsa, Foucault’nun bizi uyarmış olduğu gibi, yarattığımız şeyin reddettiğimizden daha iyi olup olmadığını asla bilemeyiz, dolayısıyla politikanın bütünü bir deneyimdir.

Diğer yandan, aktif eşitliğe dâhil olmak için bir ontolojiye ihtiyacımız olduğu benim açımdan net değil. Önceki soruda belirttiğim gibi, birtakım normatif taahhütlere gerçekten de ihtiyacımız var. Ancak belirli ontolojik taahhütler olmadan da aktif eşitlik politikasına dâhil olunabileceğini düşünüyorum. Her ne kadar kişisel bir tercihten ibaret olsa da, bu açıdan kendimi Deleuze’den çok Foucault’ya ve onun ontolojik sadeliğine yakın buluyorum.

 

Böyle bir diyaloğun koşulu olarak, her bir “tek”in eşitlik içerisinde kendisini farklılaştırırken Varlığın hiyerarşisinden kurtulabildiği, tek-anlamlılık gibi ontolojik bir varsayımın mevcut olabileceğini düşünüyor musunuz?

Elbette ontolojik tek-anlamlılık iddiası birçok farklı biçim alabilir. Deleuze’de, diğerlerinin yanı sıra bu iddia da, gerçekliğin muhakemesinin (judgement) –kaçınılmaz olarak olumsuz bir muhakemenin– doğum yerinin, yani aşkınlığın Nietzscheci reddidir. Aşkınlık eşitsizliği işaret ediyorsa, bu durumda evet, tek-anlamlılık hiyerarşi karşıtıdır. Ne var ki, post-yapısalcıların aksine, hiyerarşiden kurtulmak için kişinin etik (ya da ahlaki) değerlere, bilhassa da eşitliğe ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Ayrıca, açıklaması zaman gerektiren bir yargı olsa da, kişinin aşkınlık olmadan da değerlere sahip olabileceğine inanıyorum. (Bu meseleyi, Our Practices, Our Selves adlı kitabımda ve A Significant Life’ın son bölümlerinden birinde de açıklamaya çalıştım).

 

The Philosophy of Foucault’da, Michel Foucault’nun arkeolojik ve soybilimsel düşüncesinin analiziyle, biz kimiz ve kim olabiliriz sorularına yoğunlaştınız. Kitaplarınızın en azından ikisinde, Deleuze: Bir Birey Nasıl Yaşayabilir? ve The Philosophy of Foucault’da, bu “olabilirlik” ifadesi dikkatimi çekiyor. “Olabilirlik” hakkındaki bu vurgunuzun temel sebebi ve bunun politikayla ilişkisi nedir? Fark politikası ve aktif eşitlik politikası, hem düşünme hem de eylemenin kipi olarak “olabilirliğe” ihtiyaç duymakta mıdır?

“Olabilirliğin” (might be) bununla ilgili iki yönü var. Bunlardan biri vizyonerdir; buna göre bize sunulan politik gerçekliğin mümkün tek gerçeklik olduğunu düşünmeye mahkûm değiliz. Özellikle de mevcut gerçekliğimize gömülü hiyerarşileri –ve bunları destekleyen sistemleri– reddedebiliriz. İkinci yönü bakımından bu reddediş, yukarıda belirttiğim gibi, daima deneyimseldir. Bir keresinde Foucault’nun söylediği gibi, genelde ne yapıyor olduğumuzu biliriz, onu neden yapıyor olduğumuzu da genellikle biliriz, bilmediğimiz şey yaptığımız şeyin ne yaptığıdır.

Kuşkusuz aktif eşitlik politikası, Rancièreci bir politika, ilk yönü destekler. Rancière, bize sunulan hiyerarşilerin zorunlu olduğu fikrini daima reddetmiştir. Bu, onun düşüncesine Foucault’dan gelen bir etkidir. Foucault’nun yukarıdaki alıntısını ciddiye aldığımız takdirde, her politikanın bir deneyim olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Deleuze’de görebileceğimiz türden bir fark politikasına gelince, bu, “olabilirliğin” ikinci yönünü kesinlikle onaylar. İlki ise çok daha tartışmalı bir sorudur. Savunması çok zaman gerektiren bir iddia olsa da, Deleuze’ün yaratıcılık üzerindeki vurgusunun, eşitlik taahhüdünü zorunlu olarak içermediğine inanıyorum. Bu bakımdan o da Nietzschecidir. Onun düşüncesinde daha yaratıcı olanlara, daha az yaratıcı olup ancak belki de eşitlik varsayımını hak edenler üzerinde ayrıcalık tanıyan, potansiyel olarak elitist bir şeyler var.

 

Yeni gerçekçi ve spekülatif gerçekçi felsefelerin, Kant sonrası felsefenin “korelasyonizmi”ne yönelik vurgularını nasıl çözümlediğinizi sormak istiyorum. Korelasyonizm, gerçekçilik ile post-yapısalcılık arasındaki bir ihtilaf noktası mıdır?

Spekülatif realizmi çok da fazla okumadım, ama okuduğum az sayıdaki metin beni neredeyse hiç etkilemedi. Kant’a karşı sunulan “korelasyonist” argüman, Kant’ın epistemolojik perspektifini ontolojik perspektifle karıştırıyor. Hatta Quentin Meillassoux’nun After Finitude‘unda kullanılan argümanlardan bazıları, mesela onun geçmişe ilişkin argümanı, bazen biz felsefecilerin söylediği gibi, gaflardır. Benim görebildiğim kadarıyla –ki belirttiğim gibi pek de bir şey göremiyorum– spekülatif realizm, bizzat kendi yaratımı olan korkuluklara[1] karşı kötü argümanlar sunuyor.

 

Sizin düşüncenizde “tek” sadece insanı değil ayrıca kayaları, hayvanları, insanları, gökyüzünü, bedeni vb. içeren her oluşuma işaret ediyor. Bu tekin hayvan da olabileceğini göz önünde bulundurduğumuzda, hayvan meselesinin düşüncenizdeki yeri nedir? Levinas okumanıza göre hayvanın bir “Yüz”ü olabilir mi?

Her ne kadar son zamanlarda (Decent Life adlı kitabımda ve başka bir makalede) bu meseleyi bir miktar ele almaya çalışsam da, insan-olmayan hayvanlar hakkında çokça yazmadım. İnsan-olmayan hayvanlara ilişkin Levinasçı yaklaşımla uyuşmazlıklarım var, çünkü Reconsidering Difference’ta savunduğum gibi, genel olarak Levinasçı yaklaşımla uyuşamıyorum. Bununla birlikte, bana öyle geliyor ki çağdaş dünyada yaşayan bizler iki önemli olguyu öğreniyoruz: Birçok insan-olmayan hayvan, önceden sandığımızdan çok daha zeki ve çok daha zengin bir yaşama sahip; insanlarsa önceden sandığımızdan çok daha sersemler. Bu durum, ahlaki ilgimizi hayvanlara, önceden olduğundan daha da yakınlaştırmalıdır.

Genel bir yüz görüşü söz konusu olduğu sürece, hayvanlarla etkileşimin, yalnızca onların resimleriyle kurulan görsel bir etkileşim olsa bile, bir bağlantı hissinin gelişmesine yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bazı kimselerin, Peter Singer’ın ufuk açıcı kitabı Hayvan Özgürleşmesi hakkında söyledikleri, burada ortaya koyulan argümanların ikna edici olduğu değil, bu durumu yaratanın daha ziyade işkence görmüş hayvan resimleri olduğu şeklindedir.

 

Çağdaş dünyada popülizmin yükselişi, yalnızca makropolitik düzeyde değil ama özellikle gündelik hayatın hücrelerinde, dili kullanma biçimlerimizde, eylemlerimiz ve bedenlerimizde işleyen otoriteryanizmin çeşitli türlerini beraberinde getiriyor. Günümüz dünyasında eşitlik ve özgürlük mücadelelerinin eylem ve tepkilerinin mikropolitik ve makropolitik düzeyleri arasındaki bağ ne olabilir?

Bu kapsamlı, zor ve ancak hızlıca yanıtlamayı deneyebileceğim bir soru. Benim özel yaklaşım ve uzmanlığımın dışında olan, mesela seçimlere ilişkin politika da dâhil olmak üzere, olası müdahalelerin sayısız düzeyi mevcuttur.

Üzerinde durmaya değer bir şey de şudur: En azından ABD’de, bizim tarihimiz içerisinde gerçekleşen ilerici makropolitik değişimlerin birçoğu, tabandaki hareketlerden doğmuştur. Bu noktada oy hakkı, sivil haklar ve gay hakları hareketlerini düşünün. Aşağıdan gelen basınç olmasa, eşit muameleye yönelik ABD’de gördüğümüz değişimlerden hiçbiri gerçekleşmezdi.

Elbette makropolitik ve mikropolitik terimleri farklı anlamlara da gelebilir. Mikropolitik, aşağıdan gelen değişim anlamına gelmek zorunda değildir. Benim kullandığım anlamda bu terimin iki farklı öğesi vardır. Bunlardan biri, mikropolitikanın, örneğin devlet gibi daha büyük kurumsal yapılarca gerçekleştirilen değişimlerin aksine aşağıdan gelen hareketleri işaret etmesidir. Diğeriyse –kimi Marksist görüşlerin aksine– mikropolitikanın, kendisinden hareketle bütün ekonomik ya da politik yapının bir tür devrimle değiştirilebileceği bir Arşimet noktası arayışında olmamasıdır. Mikropolitika, post-yapısalcı anarşizmle birlikte politikayı (genellikle değişen) çeşitli cepheler boyunca verilen mücadeleler meselesi olarak görür ve toplumun yapısını, kuşatıcı tek bir bütün biçiminde ya da devrimci bir alt üst edişin tekil bir noktasına indirgenebilir olarak düşünmekten kesinlikle kaçınır.

 

Bu bağlamda, yeni aktivizm biçimlerine ihtiyacımız olduğunu düşünüyor musunuz, mesela hem kendiliğin ve öznelliğin üretiminde hem de sermaye ve devlet gibi majör hiyerarşinin bileşenleri üzerinde işleyen bir aktivizme?

Çoğu son derece etkili olabilen bir dizi geleneksel aktivizm biçimlerine saygısızlık etmek istemem. Mesela göçmen bir çocuğun kafese kapatılmasına karşı yükselen tepkilerin nasıl da etkili olduğunu düşünün. Çocukların hâlâ kafese kapatılmadıkları anlamına gelmese de; geleneksel baskılar –gösteriler, yasal örgütlere yapılan bağışlar vb.– sayesinde bazı çocuklar kapatıldıkları kafeslerden çıkarıldı. Bununla birlikte, yeni direniş biçimlerine daima yer vardır ve bizzat bu direnişler yeni öznellik biçimleri yaratabilirler.

Politikayı düşünmenin bir yolu da onu, stratejik manevraların süregiden bir çarpışması olarak görmektir. Rakiplerimiz hamleler yapar ve buna karşılık biz de hamleler yaparız, sonra sıra onlara geçer. Derslerimi planlarken, rakibe tepki göstermektense rakibi size tepki gösterir hale getirmenin önemini hep vurgularım. Bu ise yaratıcılık gerektirir ve şiddetsiz eylemlerin birçoğu bu yaratıcılığa adanmıştır. (Belki de burada, Deleuzecü düşünmenin ruhunun yeni direniş biçimlerine açılabileceği yerdeyizdir). O halde yaratıcı düşünme, eylemenin ve olmanın yeni yollarına açılarak öznelliğimizi şekillendirebilir. Bunların hepsi de ekonomimiz ve politik sistemimizin yöneldiği berbat yollara karşı verdiğimiz mücadelelerimiz içerisinde insanlara güç vermektedir.

 

Filistin sorunu sizin politik düşüncenizde önemli bir yere sahip. ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kararına ek olarak, Bahreyn’de gerçekleştirilen konferans da Filistin sorununu derinleştirmesi muhtemel yeni gelişmelere zemin hazırlıyor. Buna karşın Filistinlilerin Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü adı altında kendi bellek ve geleceklerine sahip çıkmak için düzenledikleri protesto gösterilerinin, İsrail devletinin tüm saldırılarına rağmen devam ettiğine tanık oluyoruz. İntifadaları Büyük Geri Dönüş Yürüyüşüne bağlayan toplumsal belleği nasıl anlayabiliriz?

Bütün mücadeleler tarihsel belleğe ihtiyaç duyar. Bana öyle geliyor ki kişinin kendisini daha büyük bir direniş tarihinin ve dünya için alternatif bir görüşün parçası olarak görmesi politik aktivizmin hayati bir yönüdür. Bu, yukarıda sorduğunuz anlamda kişinin öznelliğinin oluşumunun bir parçasıdır. Kendimi belirli bir tarihin –adaleti yükseltmenin tarihinin– parçası olarak tanımam, kedimi oluşturmamın ve biçimlendirmemin bir yoludur. Bu bir özneleştirmedir ama olumlu bir yönde. İntifadanın –bilhassa birinci intifadanın– toplumsal belleği Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü ve diğer direniş faaliyetlerinin nasıl gerçekleştiği konusunda ve özellikle de bu faaliyetleri gerçekleştiren insanların kendilerini nasıl gördükleri ve aktivizmleri aracılığıyla kendilerini nasıl biçimlendirdikleri konusunda büyük bir rol oynamaktadır.

 

Son olarak, Kürt sorununun devletin şiddet aygıtlarıyla çözülemeyeceğini, devletin Kürt halkı ve bölgedeki diğer halklar üzerindeki planlı ve kasıtlı katliamlara son vermesi ve barış ortamının derhal sağlanması gerektiğini ifade eden “Bu suça ortak olmayacağız”! bildirisine imza attıkları için mesleklerinden ihraç edilen, soruşturmalara maruz kalan ve hatta hapsedilen Türkiyeli akademisyenlerden söz etmek istiyorum. Sizce bugün, otorite karşısında söz söylemenin gücü nedir?

Tam da burada ortaya koyduğunuz örnekte söz söylemenin gücünü görmüş bulunuyoruz. Kendilerini tehdit altında hissetmeyen otoriteler, onları protesto edenleri ihraç etmezler ve tutuklamazlar. Direnişe veya sorgulamaya verilen geleneksel ilk yanıt sessizliktir. Otoritelerin umdukları ise eğer direniş görmezden gelinirse onun tükenip gideceği yönündedir. Genellikle bu direniş etkin hale gelip tehdit oluşturduğunda ise baskı ortaya çıkar. (Elbette bunlar, istisnaları olan genellemelerdir).

İçinde yaşadığımız bu otoriteryan dönemde, söz söylemenin önemli olmadığını çünkü iktidarın son derece çıplak bir biçimde uygulandığını savunanlar da var. Ben buna katılmıyorum. Mesele, söz söylemenin tek başına baskıyı ve otoriteryanizmi alt edecek güce sahip olması değildir. Mücadeleyi birçok cephe içerisinde görmenin yanı sıra, onu çok-yönlü olarak da görmeliyiz. Söz söyleme, gösteriler, sivil direniş ve diğer faaliyet biçimleri, herhangi bir faaliyetin tek başına başarabileceğinden daha büyük ve daha güçlü bir direniş duvarı oluşturmak üzere kesişir. Özellikle de söz söyleme, çoğunlukla kayıt altına alındığından, mesela bir gösteri sona erdikten sonra bile, insanların zihinlerinde yer etmek gibi özel bir güce sahiptir. Aramızdaki otoriteryanların basını “halk düşmanı” olarak eleştirmesi tesadüf değildir. Onlar söz söylemenin gücünü kabul ederler ve bu sebeple de onu zapt etmeye çalışırlar.



[1] Korkuluk Mantık Hatası (Strawman Fallacy): Kişinin, karşıtının argümanını çarpıtarak, karşıtının savunmadığı bir mantıksal çerçeveyi kendi eleştiri ve argümanının odak noktası haline getirmesi sonucu içine düştüğü bir mantık hatası.